Geçenlerde katıldığım bir konferansın ardından, hiç bu kadar duygu karışıklığı yaşadığımı hatırlamıyorum.. Bir konu üzerinde münazara ederken, Toyota'da uzun yıllar makine mühendisi olarak çalışmış bir mühendisimiz ilginç bir fikir ortaya attı.
Fikri oldukça güzeldi ve kabul gördü. Çıkarken kendisine bu fikrin aklına nereden geldiğini sordum. Bana fabrika deneyimi olduğunu söyledi ve devam etti: "Fabrikanın üretim bandında bazı bölümlere solak işçi alımı yapıyorlardı.
Çünkü konum itibarıyla sağ elle yapılan iş sol elle yapıldığında, toplam üretim kapasitesinde birkaç saniyelik bir artış oluyordu." Birkaç saniye.. Koskoca fabrika birkaç saniyenin hesabını yapıyor diye gayri ihtiyâri tekrarladım..
Bir kaç saniye..
Ve bunun için özellikle solak işçi alınması ve Toyota gibi bir dünya devi..
Konuşmamızı işiten ve Rusya'da mesleki eğitiminin zirvesini yapmış diğer Mühendis abimiz ise konuya gülerek girdi "Seneler önce çalışırken iş yerinde canım fena halde sıkkındı.
Biraz ortamdan uzaklaşırsam daha iyi düşüneceğimi düşündüm. Bu yüzden bir sigara aldım terasa çıktım. Proje çok ağırdı. Hiçbir hesaplama tutmuyor diye düşünürken sigaram bitti ve içeri girdim. Proje Müdürü masama sekreteri aracılığıyla bir not bırakmıştı. Acele ile gittim odasına.
Elime bir evrak verdi ve imzalamamı söyledi. Okuduğumda şok olmuştum. Yazı özetle - Mesai saati içinde 11:17 ve 11:25 saatleri arasında görev yerinde bulunmadığım için 8 iş günü 2 saat fazla çalışacağımı ve mesai ücretimin de verilmeyeceğini tekrarı halinde de darp kararı alınacağı yazılıydı. Bense binadan ayrılmadım sadece terastaydım diye itiraz ettim. Sonuçta teras görev yerim değildi. İşin en tuhaf yanı da sadece bu dakika için o ay yarım maaş aldım.."
Söyleyecek bir şey bulamadım.. Birkaç saniyeyi hesaplayan Toyota
8 dakika için nerdeyse 2 hafta +2 saat fazladan mesai yaptıran Rusya'nın seçkin bilim kurumu 'НАР'...
Biraz yürüyüş yaptım ve içim acıdı. Binlerce genç oturmuş, organize bir şekilde vakit öldürüyorlardı.
En kıymetli hazinemiz olan zamanın hâlâ okey masalarında faili malum cinayetlere kurban gittiğine şahit olmak canımı sıktı.
Vaktin değerini bilmeyen bir toplum, değer üretemez.
Elin Amerikalısı köfte ve kahvenin anavatanında deli gibi satış yaparken, biz ancak Amerika’ya sinirlenip kahvesini protesto ederiz, İsrail’e kızıp şampuan markasını değiştiririz.
Elin oğlu da 50 yıl sonra insanların neye ihtiyaç duyacağını düşünüp yapay zekâ destekli programlar yazar. Bizse delikanlılığın kitabını yazmakla övünürüz.
Keyfimize çok düşkünüz. Ay deyince aklımıza mehtap gelir, Mars deyince tavla.
Çok okuyanı da sevmeyiz. Bilimle uğraşan insanları “Adam okumaktan kafayı tırlattı!” diye aşağılarız.
Edebiyat kelimesine en uygun gördüğümüz fiil, 'parçalamak'tır.
Sanat deyince aklımıza gelen tek şey şarkı yapmak.
Matematik deyince "Eee bunları nerede kullanacaksın ki" diyenler mi dersiniz?
Fizik söz konusu olduğunda "ya zaten zor kanunlar falan filan çocuk öğrenince ne yapacak bunlarla" diyen mi?
Düşünce dünyamızda yaprak kıpırdamaz ama aklımız hep karışık.
Beynimizin içi bomboş ama nasıl oluyorsa kafamız hep dolu.
Takılmamız gereken o kadar konu varken, "Emeklilikte Yaşa Takılanlar" konusunu ülke gündeminin birinci sırasına taşırız. İyi de toplumun büyük kesimi olarak zaten emekliyiz! Bir tek maaşımız eksik...Atam izindeyiz..
Hep İzin'deyiz zaten!
Henüz 18 yaşına bile gelmemiş gençler şimdiden yorgun. Kolay yoldan para kazanma derdindeler. Kan, ter ve gözyaşı edebiyatını sevmezler. Çoğu kısa yoldan köşeyi dönme hayalinde.
Yaşa takılmasalar onlar da ergenden emekli olacaklar yani. En iyi ürettiğimiz şey slogan. Batı ülkeleri bizimle arayı giderek açarken, biz hâlâ “bir Türk dünyaya bedel” diye kendimizi avuturuz...
Bir Cezeri, bir Hazini, bir Nuri Killigil, bir Demirağ, bir Hürkuş, bir Kirkor Divarcı'yı bile anlatamadığımız bir nesil... Kusura bakmayın! Şimdi maalesef bir Facebook, Twitter Türkiye’ye bedel.
Ve işin daha kötüsü durumun bile farkında değiliz. Ekranlarda gün boyu akan özlü sözleri okuyunca erdemli olduğumuzu düşünürüz. Sosyal medyada sağa sola sataşarak dava sahibi olduğumuzu zannederiz. Mevcut durumu eleştirince de görevimizi yapmış gibi rahatlayıp, gevşeriz.
Sonra çıkıyor Gençlik nereye gidiyor?” türünden yakınmalarımız oluyor değil mi?
Aslında gençlerin nereye gittiğinden çok, yetişkinlerin nerede durduğuyla ilgilenmemiz gerekmiyor mu?
Yarınları kurtarma işini neden gençlere ihale ediyoruz?
Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan, çarpık ilişkilerle dolu dizilere reyting rekoru kırdıran biz yetişkinleriz. Kan damlayan, şiddet kusan senaryoları bizler yazdırıyoruz. Evlilik gibi kutsal bir müesseseyi, evlilik programlarında virane bir gecekonduya dönüştüren yine yetişkinler yani bizleriz.
Yetişkinler para hırsıyla sürekli inşaat yaparak şehri betona boğarken, gençlerden geleceği inşa etmelerini bekleyemezsiniz.
Alttan bir sürü dersimiz var ve bizse kalkıp üst perdeden ahlak dersi veriyoruz!
Tarihten bütünlemeye kalmışken Vatanına sahip çık üret diyoruz
Asıl sıkıntı, yeni nesle eski nesilleri unutturan yetişkinlerde.
Son iki yılda kaç tane Türk filmi çekilmiş ve bunlardan kaç tanesi Osmanlıyı anlatıyor, tarihimize ışık tutuyor? bir bakın. Kitapçıların çok satanlar rafındaki kitaplardan kaç tanesi gençlere ecdadını sevdirmek için yazılmış acaba?
Son dönemlerde "tarihi dizi" adı altında çekilen film/dizilerin ana temalarında işlenen entrikaların kurgudan ibaret olduğunu bilmeyen bir nesil buna "tarihimiz" diyor Okul kitaplarımıza bir bakın.. İçim acıyor resmen!
Çünkü onların babası II. Murad değil, hocaları da Akşemseddin değil.
Zaten İstanbul da artık Fatih’in fethettiği İstanbul değil.
Birkaç saniye ile girdiğim, sekiz dakikanın hesabının sorulduğu dev markalardan fikir şoklamasıyla böyle ayrıldım. (alıntıdır)
Sağlıcakla kalın…