Son zamanlarda milliyetçilik tartışmaları ülkelerin yiyecek ve içeceklerine de yansımış durumda… Öyle ki sosyal medyada veya herhangi bir platformda, bu konu hakkında tartışmalara sıklıkla şahit olmaktayız. Ülkemizin, komşularıyla yemek konusunda sonu gelmeyen çatışmalar yaşadığını ve bunun kısır bir döngü ile tekrarlandığını uzun süreden bu yana gözlemlemekteyiz. Peki, bunca tartışmanın ve bunca çatışmanın asıl sebebi nedir? İnsanların yemeklere olan aşkı mı, bir çeşit pazar rekabeti mi yoksa bazı ideolojik sebepler mi? Beyaz bayrakları çekelim ve ülkemizdeki yemeğin milliyetçiliğine bir bakalım…

“Yemeğin milliyetçiliği mi olurmuş?” diyebilirsiniz başlığı okuduğunuzda ancak evet olur, yemeğin de milliyetçiliği olur… Akademik çalışmaları incelediğimizde bizi “gastromilliyetçilik” kavramı karşılıyor. Gastromilliyetçilik aslında ulusa olan bağlılığın ve milli duyguların; gıda üretiminden tüketimine, tanıtımından pazarlanmasına kadar birçok sürece yansımasını ifade ediyor. Daha basit bir şekilde açıklayacak olursak; yiyecekler ve içecekler bir milletin kimliğini oluşturan unsurlardan yalnızca biridir. Bizim de bu unsurları benimsememiz, sahip çıkmamız, kimseyle paylaşmamız ve tabiri caizse sarıp sarmalamamız “gastromilliyetçilik” olarak ifade edilmekte…

Türkiye ise gastromilliyetçiliğin diplere kadar yaşandığı ülkelerden biridir herhalde… Yabancı bir dizide, filmde veya herhangi bir paylaşımda bize ait olduğunu düşündüğümüz bir yiyecek içeceği görmeyelim, hemen asıyoruz bayrakları! Bu elbette ülkemiz adına güzel bir şey, ürünün tanıtılması ve pazarlanması açısından oldukça değerli… Peki gerçekten bizim olduğunu sandığımız herhangi bir yiyeceği veya içeceği, sağlam bir temele dayandırmadan üstelik sadece laf ebeliği yaparak sahiplenmeye çalışmamız “gastromilliyetçiliğin” tam olarak neresinde yer alıyor?

Şahit olmuşsunuzdur; “cacığımızı Yunanlar çaldı, sarmamızı Ermeniler!” gibi ifadelere. Haklılık payımız olduğu gibi yanıldığımız da birçok durum ortaya çıkıyor bu hususta. Bize ait sandığımız ve benimsediğimiz bazı yiyecekler var, tıpkı komşularımızın da kendilerine ait sandıkları yiyeceklerin aslında bize ait olduğu gibi. Ancak birçok sektörde ifade edildiği gibi; çok çalışan değil pazarlayan kazanır... Yoğurdu pazarlayamadık; bugün birçok yerde “Greek Yogurt” olarak karşımıza çıkıyor, kebabı pazarlayabildik; birçok yerde “Turkish Kebab” olarak karşımıza çıkıyor. Elbette her şey bu şekilde ifade edildiği gibi basit değil. Şu konuya açıklık getirmekte fayda vardır ki; bir ürünün hangi millete ait olduğunu tespit edebilmek temelleri sağlam bir araştırmaya dayanır. Bazen bu araştırmaların da yetersiz olabileceğini söyleyebiliriz çünkü farklı coğrafyalarda farklı milletlere mensup insanlar birbirine çok yakın sayılabilecek yiyecekleri kültürlerine kazandırmışlardır. 

“Gastromilliyetçiliğin”, kültürel değer olan yiyecekleri küreselleşmenin etkisinden koruyan bir kalkan olduğunu unutmamak gerekir. Bir yiyeceğin veya içeceğin ait olduğu bölgede korunması aynı zamanda endüstriyelleşmesine ve sıradanlaşmasına, hatta başkaları tarafından pazarlanmasına olanak verilmemesi açından bu konu büyük önem arz etmektedir. Elbette tüm bu ürünlerin korunabilmesi ve tanıtılabilmesi için atılacak ilk adım “coğrafi işaretleme” yapılmasıdır. Ürünlerin milli göstergelere sahip olduğu ancak bu şekilde belirtilebilmektedir. Aslında “coğrafi işaretleme”, gastromilliyetçi kimliği ön plana çıkaran uygulamalardan biridir. “Coğrafi işaretleme” bir başka derin ve önemli husus olduğundan ayrıntılarıyla birlikte bir başka tartışmanın konusu olsun…

Caciki, baklavaki, sarmaki benim, hayır; cacık, baklava, sarma benim!” tartışmaları süre dursun, biz bu kaotik ortamdan uzaklaşalım; ürünlerimize gerçek manada sahip çıkalım, benimseyelim, yaşatalım ve günü geldiğinde “Berry Hibiscus” yerine “şerbet” tercih etmeyi de bilelim…

Sağlıklı ve mutlu günler dilerim…