Türk fikir hayatının görkemli kalemlerinden biri olan Erol Güngör, Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya kitleler halinde göçen Türkmen kabileleri ve aşiretlerden bahsederken “Kültürleri, ‘göçebe kültürü’
ve ‘aşiret kültürü’ idi” der.
Güngör’e göre, “her kültür bir topluluğun eseridir ve topluluğun sosyal organizasyonu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Böylece âşiretler ve boylar halinde teşkilatlanan, geçim -ve meslek- olarak hayvancılığa önem veren topluluklar, bu yapıya uygun bir kültür geliştirirler.”
Türklerin o devirde çiftçiliğe hiç yabancı olmadığını belirten Güngör, şöyle der: “Fakat çiftçilikten çok çobanlıkla uğraşıyorlardı.
Çobanlık, insanları en azından yılın iki yarısı için göçebe hâle getirir. Ayrıca ziraatçı küçük topraklar üzerinde geçim kurabildiği halde, çoban topluluklar çok geniş arazi parçaları üzerinde serbest hareket etmeden işlerini yürütemezler. Nitekim bizim atalarımızı Selçukoğulları’nın idaresi altında mütemadiyen Batı’ya doğru iten başlıca âmil yer darlığı olmuştur.”
Böyle toplulukların kazandığı yeri koruyabilmek için her an silah başında olmak zorunda olduğunu belirten Güngör, “Daha doğrusu topluluğun bütün fertleri aynı zamanda askerdir. Çetin hayat şartları ve bu hayat için yapılan mücadeleler, insanların zihnini meşgul eden başlıca konulardır. Edebiyat ve san’at bu temalar etrafında gelişir.
Kültürün temel değerleri yiğitlik, dayanıklılık, savaşçılık, cömertlik, büyüklere kayıtsız şartsız itaat ve saygı, örf ve adetlere katı bir bağlılık gibi noktaları içine alır” ifadelerine yer verir.
Erol Güngör’e göre, bu dönemde kültürün nesilden nesile intikâli “yazıya değil, söze dayanır.”
Güngör, göçebe aşiret kültürünü anlatan en önemli kaynaklardan biri olarak Dede Korkut Hikayelerini gösterir ve bu hikayelerde atalarımızın nasıl yaşadıkları ve nelere değer verdiklerinin görüldüğünü ifade eder.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde amaçlarının burayı yurt edinmek olduğunu anlatan Güngör, sözlerine şöyle devam ediyor: “Geldikleri ülke ise eski medeniyetlerin beşiği olmuş, üzerinde kuvvetli bir şehir hayatı kurulmuş olan bir yerdi. Bu yerleşik halk, merkezi bir hükümetin otoritesi altındaydı. Türkler, savaşçılıkları, disiplinleri, azim ve imanları ile bu merkezi idarenin askeri gücünü kırdılar. Fakat onları Bizans ordusundan daha kuvvetli iki tehlike bekliyordu. Birincisi siyasi ve idâri dağınıklık; ikincisi ise, şehirli kültürünün eritici gücü. Bu tehlikelerden birincisi de ikincisi de esas itibariyle göçebelik ve aşiret yapısından ileri geliyordu.”
Güngör, “Türklerin Aşiret’ten Devlet’e Geçişte Karşılaştıkları Meseleler Hakkında” kaleme aldığı çalışmasında, daha sonra Türklerin şehir hayatına geçiş sürecine değiniyor.